Patlamış mısır bayatladı mı? (Fotoğraf: annca üzerinde Pixabay.)

Amerikan Sinematik Rüyasının Belirsizleşmesi ve Kayboluşu

Eren Özkaradeniz
8 min readSep 20, 2018

--

Film izleme tecrübesinin düş kırıklığı

Bir anlığına, 20’nci yüzyılın sonlarında yahut 21. yüzyılın başlarında gösterime çıkmış filmlerde bir geceyi hatırlayın. Bir sinemaya vardıktan sonra, mevcut filmleri ve saatleri tahlil edebileceğiniz labirent gibi bir kuyrukta beklerdiniz. Nihayet gişeye ulaşınca, kendini beğenmiş bir lise öğrencisinden bir bilet isterdiniz. Daha sonra seçtiğiniz tiyatroyu (filmi), ışıklar söndürüldüğünde tamamen yeni bir dünyaya gireceğiniz o büyülü yeri, bulmak için içeri doğru adımlardınız.

Sinemaya son birkaç gidişimde benim sinematik tecrübem hayli farklıydı. Otomatik bir köşkle yukarı çıktım, bazı dokunmatik ekranların yanından yürüdüm ve biletlerimi yazdırdım.

Daha fazla yansımadan sonra bu yenilikçi prosedürde bir tuhaflık olduğunu fark ettim.

Bir film bileti satın almak artık heyecan, beklenti ya da bir filmi elden çıkarmanın endişesi ile karşılanmıyor gibi göründü gözüme. Daha ziyade metro için akbil doldurmak gibiydi. Benzinlikte arabaya gaz doldurmak gibiydi. Biletin çıktısını gözlemlemek, bir otomat makinesinin tirbuşon pençelerinden gelen abur cubur yiyeceklerini izlemeye denkti. Gişenin belli tantanası olmadan, sinema makineleştirilip gayri şahsileştirildi.

Bu örnekte film izleme yolumuzun değişmekte hem de çarpıcı bir şekilde değişmekte olduğu çok açık. Bu fenomen hafife alınmamalıdır. Birincisi, bizim filmleri izleme yolumuz filmlerin nelerden yapıldığını belirler. Ayrıca onları göstermek için var olan mekanların türlerini de belirler. Nihai olarak insanların filmlerde kendilerine nasıl rehberlik ettiğini — ve belki de dünyada kaç kişinin kendine rehberlik ettiğini etkiler.

Bu bir paradigma değişimidir. Yeni baskın film izleme biçiminin ne olacağını tam olarak bilmiyoruz. Yine de bazı göstergelerimiz var — ve bunların hepsi pek de cesaret verici değil.

Ekranlar her yerde. Ekranlar kaçınılmaz. (Fotoğraf Suhyeon Choi, Unsplash)

Ekranların aşırı doymuşluğu

Amerikalılar artık sinemaya gitmiyor. En azından, eskiden olduğu gibi değil. The Atlantic’teki kıdemli bir editör olan Derek Thompson’ın sözlerini bir düşünün:

“Yirminci yüzyılın ilk yarısında, sinemaya gitmek kiliseye gitmek gibiydi: Amerikalılar neredeyse her hafta sinemaya giderdi. Bugün, bir sinema bileti satın almak, doktora gitmeye daha çok benziyor — bazı Amerikalıların asla yapmadıkları ve çoğu Amerikalının rutin kültürel kontroller için yılda sadece dört ya da beş kez yaptıkları bir şey gibi.”

Film izlemeye giden kişi sayısının düşüşün en belirgin nedeni, film dağıtımı işinin sulandırılmasıdır. Sadece televizyonda film seyretmekle kalmaz, aynı zamanda bilgisayarınızda da izleyebilirsiniz. Bunları Kindle Fire’ınızda izleyebilirsiniz. Telefonunuzda izleyebilirsiniz. iPod Nanos hala kayda değer bir şeyken, 2 inç genişliğinde bir ekranda bile film izleyebiliyordunuz (bir insanın niçin böyle bir şey yaptığı meselesi hala beni aşıyor).

Sonuç olarak, bir film izleyecekseniz, artık büyük bir mesele olmak zorunda değil.

İnternet üzerinden yayının yükselmesinden önce, sinemaların dışında belirli bir filmi görmek istiyorsanız, bir DVD’yi almak için Blockbuster’a gitmeniz gerekirdi veya Netflix’in dağıtım servisinden posta yoluyla alıp geri göndermek zorundaydınız (Netflix’in orijinal iş modeli). Bu günlerde, bir film izlemek istiyorsanız, akıllı TV’nizde Netflix, Hulu veya Amazon uygulamasını etkinleştirmeniz kafi.

Ancak filmlerin geniş yayılımı sadece aksamanın bir parçasıdır — eğlencenin aşırı doygunluğu çok daha zor bir sorun arz eder.

Geç dönem senaristi Blake Snyder’in şu an kötü şöhretli olan kitabında, Save the Cat!, bir zamanlar yazdığı gibi eğlence sorunu sadece filmi izleyebileceğiniz yollara dair mesele değildir, aynı zamanda rekabet meselesidir:

“Filmler, TV, radyo, internet ve müzik var. 300 tane kablolu yayın kanalı var; dergiler var; sporlar var. Doğrusu, belirli bir hafta sonunda, hevesli bir film izleyicisinin bile ne izleyeceğine karar vermek için yaklaşık 30 saniyesi var.”

Prestijli TV dizilerinin yeni baskınlığı ve aşırı doygunluğu — internet üzerinden yayın izlenebilen her cihazda ve seçkin kanalda — eğlence sularını daha da seyreltmiştir. Ancak kaliteli TV, birçok yeni eğlence seçeneğinden sadece bir tanesidir. Snyder’in listesine ekleme yapacak olursak; podcastler, kitaplar, sesli kitaplar, albümler, çalma listeleri, algoritma-küratörlü radyo, realite TV’si de var. Hepsi dikkatiniz ve paranız için rekabet ediyorlar.

Ve sonra sadece TV ekranları çoğalıyor. Bu ekranlar her zamankinden daha büyük ve daha düzler. Ve her yerdeler. Koşu bandında, doktor ofisinde, yeni Alexa’nızda, buzdolabınızda, arabanızda, uçakta, alışveriş merkezinde, stadyumda, keşif yolculuğunuzda, hatta eşref saatinizde.

Film izlemek için bu kadar çok seçenek, diğer medyaların patlama yapması, ekran yoğunluklu dünyamız varken bir kimse niçin sinemaya gitmek için zaman ve para harcayıp çabalasın?

Gişe endüstrisi

Yenilikteki bu büyük kaybı telafi etmek için, film endüstrisinin uyum sağlaması gerekiyor. Bu yollardan birini, sözde “etkinlik filmleri” oluşturmaktır — bunlardan bir sürü var. Sadece yılda dört ya da beş kez sinemaya gidecekseniz, muhtemelen sadece müthiş bir şey göreceksiniz. Disney, tarihsel olarak film yapımında ustalık ve mükemmelliğe sahip olmasına rağmen, önüne çıkan her şeyi yıkan güç, gişe rekorları kıran türünde tekel olarak sessizce toplandı. Şimdi Pixar, Marvel, Lucasfilm ve son olarak 21st Century ve Fox, Mickey Mouse’un beyaz eldivenlerini sımsıkı tutuyorlar.

2000'lerin başından beri sayısız süper kahraman filmi gördük. Çok fazla Transformer gördük. Bugünlerde, Star Wars filmlerinin bitmeyen bir geçit törenini görüyoruz. Yeterince izlememiştik değil mi? Frençayzların günü nasıl kazanacağına dair genellikle isabetli fikirleri olan Blake Snyder’a göre değil ama gişeye göre:

“Bu, Hollywood’un yaratıcı bir şekilde iflası değil; karar vericiler öyle olduğunu düşünmüyorlar…. her cumartesi gerçekten, içten içe, yeni bir şey görmek istiyorlar.”

Bu mantığı takiben, muhtemelen, Lady Bird yahut Three Billboards Outside Ebbing, Missouri filmlerini görmek için sinemaya gitmeyeceksiniz. Avengers: Infinity War’i izleyeceksiniz. Solo: A Star Wars Story’yi izleyeceksiniz, Toy Story 4'ü izleyeceksiniz, ve … izleyeceksiniz — hafifçe zevk almaya bakın. Benzerlik para kazandırıyor. Benzerlik insanları sinema salonlarının koltuklarına oturtuyor.

Ve eğer film endüstrisi yılda dört kez insanları sinema salonlarının koltuklarına getirebilirse, para kazanmak için daha kazançlı yollar bulmak zorunda kalacaklar.

Spoiler uyarısı: Zaten buldular.

Arketipik sinema. (Foto: Jake Hills, Unsplash’ta)

Amerikan sinematik rüyası

20. yüzyılın sonlarında veya 21. yüzyılın başlarında sinemaya gitme örneğini hatırlıyor musunuz? Buna geri dönelim.

O zamanlar, bir Cineplex’e gitmek, Amerikan rüyasına çarpıcı bir paralellik gösteren, aslen Amerikan bir faaliyetti.

Birincisi, herkes için ücretsiz ve numarasız koltuklar varken ‘iyi koltukları’ almak için, oraya erken gitmeniz gerekirdi. Mikrokozmosta küçük ölçekli bir Gold Rush, Homestead Act gibiydi. Tiyatroya girmek, net ve dolaysız görüşlere en uygun oturma yerlerini belirlemek ve sonra rüzgarlığınız — geçici, tam anlamıyla meşru nihai oturma aracı — ile belirlediğiniz yerlerin size ait olduğunu belli etmek zorundaydınız.

Daha sonra, koltukların (önceki adı kırevi) güvenceye alınmasıyla, Amerikan sinematik rüyasının diğer gerekliliklerini yerine getirmeniz gerekirdi. Soda ve patlamış mısır için zorunlu ihtiyacı satın almak amacıyla geri dönüp ayırdığınız alanınıza iki büklüm geri dönerdiniz — zaruri arabaya ve çekirdek aileye. Ve sonra maceranızın ekranın dibindeki önemli oturma yerinizi gören başka gruplar tarafından gasp edilmediğinden emin olmak için tuvalete arkadaşlarınızla nöbetleşe giderdiniz.

Bugün birçok film tiyatrosunda (sanırım sinema salonu demek istiyor J ) bunca zahmete artık gerek yok. Onları dört dakikadan geriye doğru sayan pencerelerden çevrimiçi seçersiniz, tıpkı konser, spor etkinliği ya da opera için olduğu gibi.

Ve koltukların kendileri — onlar büyükbabalarınızın film koltukları değiller, onlar büyükbabalarınızın oturma odası koltukları. Onlar televizyon koltukları. Kupa tutucular var. Ayak koyma yerleri.

IMAX ve 3D, uzun zamandır bilet karlarını en üst düzeye çıkarmak için uygulanan iki strateji olsa da, numaralı koltuğa oturma ve lüks koltukların yanı sıra diğer lüks olanakların da yükselişi, sinemayı yeniden bir deneyime dönüştürmenin bir parçasıydı. En iyi için ödeyip en iyiyi almak için.

Ancak, bir an için düşünürseniz, filmleri klas hale getirmenin ironik bir şekilde sinema salonlarını daha çok bir kişinin oturma odası gibi yapmak anlamına geldiğini fark edersiniz.

Bu şekilde, mantığa uygundur da, belirli bir yerde film izlemenin ekonomik paradigması kurtarılabilir. Ama sinematik deneyimi gerçekten güzel bir oturma odası gibi yapmaya çalışmanın rahatsız edici bir yan etkisi var. İnsanlar oturma odalarındaymış gibi davranmaya başlıyorlar.

Tecrübe bozuldu. (Foto: Unsplash’ta Joseph Pearson).

Büyü bozuldu

Filmler, 1890'larda iki Fransız tarafından icat edildiğinden beri insanlar üzerinde büyülü bir etkisi vardır. Film, sürükleyici bir hikaye anlatımı deneyimidir ve çoğu insan bir hikaye içinde kendini kaybetmek için film izlemeye geldi. Haftalarca bu sebeple geldiler. Savaş zamanı Kazablanka’sını tecrübe etmek için geldiler. Corleone ailesinin bir parçası olmak için geldiler. Back to the Future için geldiler. Titanik’te yolculuk yapmak ve batmak, Alien’den kaçmak, Lost Ark of the Covenant’ı keşfetmek için geldiler — liste uzayıp gidiyor. Son on yılda, bir çok başka şey gibi, sinematik sürükleyici süreç bozuldu.

Büyüsü bozulmadan önceki haline, sinema salonumuza, bir son kez daha dönün. Gerekli patlamış mısırınızı, sodalarınızı ve yerinizi belirledikten sonra, filmin başlaması için normal boyuttaki koltuğunuzda bekliyorsunuz. Zırt pırt Instagram’ı kontrol edemeyesiniz diye bir akıllı telefonunuz olmasın. Fakat yanınızda oturan biri var ve bir beklenti içindesiniz. Sosyal medyanın vakitli vakitsiz uyarmadığı o atmosferde kendinizi bir hikayenin dünyasına girmeye hazırlamak için zihinsel alanınız var.

Bütün bunlar erozyona uğradı. Bekleme süresi tamamen para kazanma aracına çevrildi. Rastgele önemsiz sorular, adım adım berbat kablolu diziler için çekilmiş sahne arkası videoları, First Look, ile yer değiştirildi. Tüm bunlar genellikle erken iptal için vardır. Daha da kötüsü, sinemaseverler kabul için en az 12 dolar ödemiş olsalar da, televizyon tarzı reklamcılık, fragman maratonunun başlangıcı oldu. Bu maraton film süresinin en az %25’i uzunluğunda sürüyor. Bekleme süresinin bu şekilde metalaşmasının çok feci bir sonucu vardır. Bahsi geçen metalaşma, filmleri spor etkinliklerinin ticari kaygılar taşıyan televizyon sunumlarından farklı kılan filmlerin aurasını kaybetmesine neden olmuştur.

Sinema, evdeki televizyonun tüm bu özelliklerini ödünç aldığında — kolay koltuklar, reklamlar — neden insanlar kendi evinin rahatlığında değilmiş gibi davransın?

Şimdi, sinemaya giden herhangi bir kişi çalan bir telefonun zil sesini dinliyor, arkasında oturan çocuğun tekmesini yiyor yahut ön sırasında oturan ergenlerin ergence davranışlarda bulunmasıyla dikkati dağılıyor. Ancak, filmlerde kötü davranışların son birkaç yılda kesinlikle arttığını düşünüyorum.

Aslında, son altı ay içinde şahit olduğum üç ayrı olayda, benimle beraber film izlemeye gelen arkadaşlarımın gittikçe sertleşen davranışlarını görünce dehşete düştüm. Kaba saba misafirleri konu alan Mother! filmini izlerken bir kadın film boyunca yüksek sesle konuştu. Murder on the Orient Express filminin gösterimi esnasında salonun farklı noktalarından yükselen horlama korosunu duyabiliyordum (kabul film sıkıcıydı ancak o kadar da sıkıcı değildi be kardeşim!). The Last Jedi’yi izlerken genç bir çift yaklaşık 20 dakika boyunca anahtarlarını aradı. Ve anahtarların önceki seansta kaybolduğu konuşmalarından anlaşılıyordu. Kalıcı kesintinin 20 dakikalık uğursuz faslı boyunca sinematik momentum düştü ve durum düzeltilemedi. Büyü bozuldu.

Kabalık eğilimi, benim şahit olduğum şeyin ötesine geçiyor. Huffington Post’a katkıda bulunan George Heymont’a göre:

“Akıllı telefon sahibini salonda herkesin izlediği şeyi bir tek onun önemsediğini düşünmesi için cesaretlendiriyor. Bu, birçok konsere ve tiyatroya giden kişilerin çoğunun hüsranıdır. Fotoğraf ve video çekilmemesi için gösterim öncesi anonsları uçuş öncesi güvenlik anonsları kadar etkisiz olmaya başladı.”

Heymont’ın şartlarında, kitlelerin kibar olmasını telkin eden kamu hizmeti duyurularının artık anlamlı bir etkisi yoktur. Niye?

Basit. Kitleler, reklamverenlerden ve sayısız ekrandan gelen çok fazla mesajla boğulduğunda, kimse artık duyuruları dinlemez. Artı, insanlar artık bir şey dinlemez — telefonları yanlarında değilken bile.

Aralarından seçim yapabileceğiniz pek çok mesaj ve dünya ile, herkes kendi gerçekliğinde kayboluyor. Bir adım geride durup, iki saat boyunca, bir grup yabancıyla bir dünyayı kibarca paylaşmak için bir sebep yok.

Yeni paradigmada hayat

Tek başına düşünüldüğünde, sinemanın değiştiği beni rahatsız etmiyor. Paradigmanın kesintileri hesaba katması gerekiyor. Ne de olsa, daha önce pek çok kez uyarlandı: 1920'lerde, Hollywood sessiz filmlerden konuşmanın olduğu filmlere geçti. 1950'lerin sonlarında, siyah-beyaz filmler, rengin yeni hakimiyetine yol vermeye başladı. Günümüzde, “zirve TV” çağındaki prestij TV, sinematik hikaye anlatımının olanaklarını kesinlikle genişletmiştir. 2000'lerin başlarındaki Cineplex ise artık bir dinozor. Ve değişim kaçınılmaz.

Ancak nostaljik olduğum konu adetlere uygunluk meselesidir. İhtiyaç duyduğumuz ortak gerçekleştirme, kendi sinema deneyimimizi başkalarının sinematik deneyimlerinden çok daha önemli olarak düşünmez. En uzun zamandır sinema, efsanevi Amerika’nın — dayanıklı ve hazırlıklı olanı ödüllendiren meritokratik bir alan — oraya erkenden gelip rüzgarlıklarını bırakıp topraklarda hak iddia edenlerin öyküsünün çarpık bir yeniden anlatımıydı. Fakat herkes hep aynı filmi izledi. Herkes her zaman sessiz olun diye uyarıldı. Ve herkes her zaman kendini hikayeye kaptırmak istedi.

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’nın, diğer ülkelere b*k çukurları demesinin yanına kar kaldığı bir çağda (bu, diğer pek çok korkunç şeyden sadece biri), filmlerin en azından tüm bu iğrençliklerden bir kaçış olması iyi olurdu. Şayet bunu daha çok insan anlasaydı — ve hareketlerinin sonuçlarının daha çok farkında olsaydı — o zaman her şeye ama her şeye iki saatliğine ara verebilirdik. Dünyanın dönüştüğü halin içinde değil de kısa bir hikayenin içinde kaybolmuş hissedebilirdik.

Tercüme ettiğim bu yazı, 23 Ocak 2018 tarihinde Harrison Blackman tarafından Medium’da yayınlanmıştır.

--

--